CLICK HERE FOR THOUSANDS OF FREE BLOGGER TEMPLATES »

1 Kasım 2007 Perşembe

Ruhumun gelgitleri


Hamileliğin hormonlar üstünde sürekli değişken bir etkisi olduğunu çevremdeki hamilellerden sıkça duyardım ama bu etkileri bizzat yaşamak çok farklı oluyormuş...
İlk üç ay, kırılgan bir cam gül, ikinci üç ay her an herşeyi yapabilecek enerji ve neşede bir bomba, son üç ay ise bu iki dönemin karşımı. Kim bilir belki de sadece ben bu şekilde etkilenmişimdir.
Ama ilk zamanları düşündüğümde, ne kadar komik olaylara ne kadar komik tepkiler verdiğimi hatırlayıp gülüyorum.
Örneğin, anneler gününe yakın zamanda yayınlanmaya başlayan küçük ev aletleriyle ilgili bir reklam vardı; kahve makinesi, çay makinesi ve el mikseri yanyana durmuş, “benim annem, güzel annem beni al mutfağınaaa” diye şarkı söylüyorlardı. İşte bu reklam ne zaman çıksa ben başlıyordum ağlamaya J Ama daha da fenası, yine bir beyaz eşya firmasının reklamında, evin babası, anne alışverişe daha az zaman harcasın diye yeni bir buzdolabı alıyordu eve.
Evin ergenlik çağındaki kızı ise “sen bu kadında ne buluyorsun” diye soruyor, baba ise “seni” diye cevap verdiği an, benim koptuğum ve hıçkıra hıçkıra ağladığım an oluyordu.
Bu aşırı duygusallık sebebiyle haber seyredememem ve gazete okuyamam da yine bu ilk üç aylık döneme denk geliyor.
A, tabi bir de alınganlıkları unutmamak lazım:
Mesela bir sabah,erkenden uyandım. Fikret işe gidecek, ben raporlu bir şekilde yatmaya devam ediyorum.
Mutfağa gittim, Fikret “benim kasemden” mısır gevreği yiyor. Bu cümledeki can alıcı kelime “benim kasem”. Şimdi sorabilirsiniz “Senin kasenin rengi, boyutu, deseni farklı mı ya da üzerinde ismin mi yazıyor?” diye. Yazık ki cevabım “hayır” olacak. Tek fark diğer kaseler, yukarda dolapta rafta duruyorken, benim uzanmam yasak olduğu için, benim kasemin aşağıda tezgahta duruyor olması.
Normal insanlar bu gibi durumlarda “yukardan bir kase daha çıkarır mısın” der, değil mi? Yani en azından hamile kalmadan önce ben öyle derdim.
Peki ama ben ne yaptım?...
“Sen neden benim kasemden yiyorsun üüüüüü” diye ağlamaya başladım.
E, haliyle Fikret durumu ilk başta pek anlayamadı, “ne oldu, niye ağlıyorsun?” demesine fırsat vermeden, ağlayarak söylenmeye devam ettim: “ neden başka kase almıyorsun, benim kasemi kullanıyorsun, o benim kasem üüüüüü”.
Zavallı kocam, yarı şaşkınlık, yarı hayret içinde bana bakarak, yukardan bir kase daha çıkardı ve tıpkı bir çocukla konuşur gibi : “bak bu da aynı kaseden, bu kase senin kasen olsun” dedi.
Ben ağlamaya devam ederek “ama o benim kasem değil, sen benim kasemi kullanmışsın” diyerek tekrar yatağa döndüm. Büyük ihtimalle içinden ya sabır çekerek yukardan indirdiği kaseyi tezgahın üstüne bıraktığını duyduğumda ben tekrardan yatağa dönmüştüm bile.
Şimdi o günü hatırladığımda, acaba içime başka bir ruh mu girmişti ya da acaba Fikret, bu yazıyı ilerde aleyhime delil olarak kullanabilir mi, diye düşüp duruyorun J.
Sonra ikinci üç aylık döneme girdim.
Artık işe de döndüğüm için mi yoksa sürekli yatmaktan kurtulduğum için mi kendimi hem çok keyifli hem de çok enerjik hissetmeye başladım. Sürekli bir mutluluk böceği şeklinde gezip, karnımın büyümeye başlaması, ufaklık ve atlattığım badireyle ilgili bile espriler yapıyordum.
Doktorum çok dikkatli hareket etmemi, “slow motion” yaşamamı söylese de benim içimden sürekli hoplayıp zıplamak, dans etmek, gezmek tozmak geliyordu. Sanırım bu dingin, enerjik,mutlu ve motivasyonu yüksek ruh halim, başta Fikret ve annem olmak üzere herkesi rahatlattı. Ancak yazık ki bu rahatlama yanlızca 1 ay kadar sürebildi. Plasentamın aşağıda olması ve zaman zaman beni sarsan kramplar sonrasında yine hareket kısıtlı hayatıma geri dönmek zorunda kaldım. Yine de ilk dönemdeki alıngan ve duygusal halimden eser yoktu.
Yattığım yerden bol bol Efe Deniz ile konuştuğum,hatta plasentayı yukarı doğru iteklemesini bile söylediğim, tüm akrabaların evlerindeki üçlü koltukları test ettiğim ikinci üç aylık dönem göz açıp kapayıncaya kadar bitiverdi. Tabii bu ikinci üç aylık dönemle birlikte koskoca yazı da geri de bıraktık . Her ne kadar kasım ayına gelmiş ve hala thisirt ile dolaşıp balkonda oturabiliyor olsak da resmi olarak yaz ayı sayılan aylar geride kaldı. Yazın bitişiyle birlikte durumum itibariyle gerçekleştiremediğimiz tatili hayallerimiz de 3 kişi olarak gerçekleştirilmek üzere 2008 yazına kalmış oldu.
Gelelim son üç aylık döneme...
Annem son zamanlarda bana yeni bir isim buldu “wadaaa”.
Yedinci aya girdiğim zaman, her sabah sanki karnım bir önceki güne oranla büyümüş olarak uyanmaya başladım. Kimi zaman da uyanamamaya. Çünkü gece yataktaki rahatım ile büyüyen karnım tamamen ters orantılı olmaya başladı. Buna bağlı olarak da ruh halim ikinci üç aylık dönem ile birinci üç aylık dönemin bir karışımı...
Eğer iyi uyuyabildiysem ve rahat uyandıysam hiç sorun yok. Neşeli ,enerjik, konuşkan Başak huzurlarınızda.
Gel gelelim, iyi uyuyamadıysam, 100 kere uyandıysam ve sabah zorla gözümü açıp kalktıysam, işte o zaman özellikle annemin ve Fikret’in vay haline J.
Alınganlık mı istersiniz? Huysuzluk mu? Mızmızlık mı?
Örneklemek gerekirse:
Anne(A): Kızım akşam için sana ne pişireyim?
B: Bilmem, canım bişey istemiyor.
A: Fasulye var yer misin?
B: Iıh...
A: Köfte yapayım sana?
B: Yok köfte de istemiyorum.
A: Başka bir sebze yemeği yapayım?
B: Sebze yemek istemiyorum.
A: Et yapayım?
B: Yok, canım et de istemiyor.
A: E ne yiyeceksin o zaman?
B: Bilmiyorum, belki ton balıklı salata.
A: Kızım sırf salatayla olur mu, bari köfte ve makana yapayım yanına.
B:.......... uff tamam ben sadece köfte makarna yiyeyim en iyisi.
Anne olmak böyle birşey galiba. Baksanıza diyaloğun hiçbir cümlesinde “zıkkım ye” yok J.
Ama melek gibi uyandığım bir gün ise ,eni topu evlendiğimden beri 5-10 kere yemek yapmış olan ben, bizimkiler çok seviyor diye oturduğum yerde onlara yaprak sarma da yapabiliyorum.(hem de parmak yedirten cinsten J )
Yani anlayacağınız şu son aylarda hergün tam bir gelgit yaşanmakta ruhumda.
Diyorlar ki, hamilelikte yaşanan gelgitler de neymiş, doğum sonrası ne fırtınalar çıkacak ruhunda. (herhalde en çok annem ve Fikret korkuyordur bu lafı duyunca)
Nedense, doğum sonrası çok rahat geçecek gibi hissediyorum.
Eh onu da o zaman göreceğiz. Ne de olsa eni topu bir- bir buçuk ay sonra kavuşuyoruz zıpırcığa :)

Deniz neden “Efe” Deniz oldu?

Kafama bir şey düşüyor… bu da ne ?!?Gözümü açıyorum,uyku sersemi Fikret’i görüyorum;
B- Ne yapıyorsun aşkım???
F- Anneler günün kutlu olsun!
Anneler günü, anneler günü “aaa evet ben bir anne adayıyım :)” ve kafamdan dökülen, daha doğrusu yatağın her tarafını kaplayan bu gül yaprakları benim ilk anneler günümü kutluyor.
Fikret bir elinde kocaman bir çiçek buketi, bir elinde üstüme döktüğü yapraklarla karşımda duruyor ve ben gözlerim dolu dolu bir şekilde gülüyorum.
Zaten son bir haftadır duygularım bir acayip olmuştu, şu halimi gören biri kesin deli teşhisi koyabilir.
Fikret beni yine şımartmış, mükemmel bir kahvaltı sonrası, sahile inip biraz çimenlerde oturup, temiz havada yürüyüş yapma kararı alıyoruz.
O da nesi, kotum çok zor kapanıyor. Ama bu şekilde çimlerde oturamam ki! Otursam bile düğmem kesin patlar. Göbeğim hala çıkmamış olmasına rağmen kıyafetlerim hafif hafif bana hoşça kal demeye başladılar.
En iyisi üstüme 2 beden bol gelen tulumu giymek.
Sahil cıvıl cıvıl, köpek gezdirenler, güneşlenenler, spor yapanlar…
Biz de uzun bir süre çimenlere yayılıp pazar keyfi yaptıktan sonra sportif takıma katılıp yürüyüş yapıyoruz.
Dönüşte Fikret karşımızdaki dükkandan “Deniz”in bana anneler günü hediyesi almak istediğini söylüyor.
Oğlumun/kızımın (o sırada cinsiyetini bilmiyorduk) bana gayri resmi ilk hediyesi. Düşünmesi bile beni heyecanlandırıyor.
Dükkana giriyoruz. Ne şanslıyım bu yazın modası sanki hamilelere özel tasarlanmış J. Göğsün altından bollaşan thisirtler, beli lastikli pantolon ve etekler. Cennete düştüm sanki :)
Ufaklığın bana ilk hediyeleri, demin sığamadığımın kotumun yerine neredeyse tüm yaz giydiğim beli lastikli kotum ve 2 tane çok cici thisirt oluyor.
Bari akşam yemeğini de dışarıda yiyelim diyoruz ve yemek sonrası eve dönüyoruz.
Planımız, duşlarımızı aldıktan sonra film seyretmek. Malesefki evdeki hesap çarşıya uymuyor ve muhteşem başlayan gün saat 20:00 itibariyle bizim için kabusa dönüşüyor…
Banyodan çıktıktan sonra, eşofmanlarımı giymek için eğildiğim sırada bir anda kanamam başlıyor.
Hemen doktorumuzu arıyoruz, kanama çok değilse endişelenmememizi ama yine de acil olarak hastaneye gitmemizi söylüyor.
Kanama çok değilse…kanama çok değilse mi?... ama kanama çok,hatta çoktan da çok hem de durmuyor.
İkimizde o an soğukkanlıyız, hemen giyinip en yakın hastanenin aciline gidiyoruz.
Acile vardığımızda, görevliler yüz tane soru sormaya kalkınca,hayatında çok nadir sesini yükselten ben birden soğukkanlılığımı kaybedip bağırmaya başlıyorum.
Beni bir odaya alıyorlar, damar yolunu açıp kan alıyorlar, acildeki doktor gerekli kontrolleri yapıyorlar ve hastanenin kadın doğum doktoruna haber veriyorlar.
Bu arada bende soğukkanlılıktan eser kalmamış, ağlayıp duruyorum. O kadar eminim ki bebeğimizi kaybettiğimizden.
Ben sürekli “bu kadar çok kanamaya dayanmış olamaz” diyorum, Fikret ise “sakin ol,hele bir doktor gelsin” diyor.
Doktorun gelmesi bana saatler sürmüş gibi geliyor.
Doktor, gecikmesiyle ilgili bir şeyler söylüyor ama benim kulaklarım uğulduyor, tek isteğim içeri girip ultrasonda bebeğimizi görmek.
İçeri geçiyoruz, “evet diyor, çok kan kaybetmişsin,ama bakalım bebek ne durumda?”
Ultrason aletini karnımda gezdirmeye başlıyor… Ve “işte burada,bakın kalp atışına…”demesiyle tüm dünya benim oluyor.



O zıplayan mercimek tanesini gördüğüm an, işte o an anlıyorum esas annelik duygusunun ne kadar güçlü olduğunu ve doğumdan ne kadar önce başladığını.
Doktor, bazı ilaçlar veriyor ve uzunca bir süre hiç kıpırdamadan, bardak dahi kaldırmadan sırt üstü yatacaksın diyor.
Onun uğruna her şeyi yaparım, gerekirse çivili bir yatakta bile yatarım diye düşünüyorum içimden.
İnsanın, değil yüzünü, tek bir uzvunu bile görmediği, mercimek kadar bir canlıyı, kendi canından çok sevmesi ne tuhaf bir his.
Sonrası sancılı, korkulu günler…
Kanama azalıyor, yok oluyor ama yatak istirahati devam.
Doğurduğumda “popo” diye bir çıkıntı kalmayacak, sırtım dümdüz bacaklarımla birleşecek herhalde diye düşünüyorum içimden.
Hareketli bir insan için sırtüstü, hiç kıpırdamadan yatmak korkunç bir işkence.
Denizle konuşmaya o dönem başlıyorum.
“Bak,yarum” diyorum. “Orda bir kordon var, ona sıkı sıkı tutun sakın bırakma, az kaldı, dayan”.
Fikret, benim bu sıkıntılı anlarımdan birinde, “valla çok üzdü bizi, en iyisi göbek adı “nazlı” olsun” diyiverdi.
“Nazlı” , “Nazlı Deniz” valla yakıştı dedim. Sonra biran sessizilik oldu ikimizde fark ettik ki içimize kızımız olacağı doğmuştu.
Ama ya erkek olursa?
“Peki dedim, erkek olursa göbek adı olmasın mı?”
O zaman da, bu kadar efelendiğine göre “Efe Deniz” olur.
1 ay kadar sonra Deniz’in Efe Deniz olduğunu öğrendik.
Şimdi her konuşmamda “bak oğlum içerde efeleniyorsun, tüm yaramazlıkları yapıyorsun ama çıktığında akıllı, uslu ve söz dinleyen bir bebek olacaksın” diyorum. Anne karnındayken bebekle konuşmanın işe yarayıp yaramadığını ise aralık ayı ortası itibariyle keşfedeceğiz :)

Bebeğimiz mi olacak? Biz büyüdük mü şimdi?

B-Babacık? babacık...
F-Nasıl yani?
B- Babacık yani küçük baba, sen baba mı olacaksın şimdi?
F- uzun bir donuk bakış ve sessizliğin ardından bir kez daha nasıl yani?
B- Sanırım bu çizgiler, öyle söylüyor.


F-Çığlığa benzer bir gerçekten miii'nin ardından emin olmalıyız, hadi hemen doktora gidelim :)
Aslına bakarsanız bu haberi daha çok duygusal komedi filmleri tarzında vermeyi planlıyordum ama sanırım insan bir bebeği olacağı ihtimaliyle karşılaşınca öyle içinde saklayıp süpriz filan hazırlayamayadan hoop diye paylaşıveriyor bu haberi sevgilisiyle.
Yoksa bana kalsa, güzelce paketlenmiş bir adet emzik ya da biberon ve bir adet anne baba eğitim kitabı eşliğinde şok etmek isterdim eşimi.
Apar topar gittik sevgili doktorum Sibel Açıkalın'ın yanına. Hemen ultrasona aldı beni ve sonrasında ne söylediğini duyamadığımız şu ilk üç cümleyi söyledi : "evet, bir bebeğiniz olacak, bakın tam şuradaki minik nokta ve hesaplamalara göre şu an 5-6 haftalık". Sibel hanımın yanında karizmayı bozmayalım diye bayağı bir kastık ama dışarı çıktığımızda ikimizde ağlıyorduk. 21 Nisan 2007de öğrendiğimiz bu haberi, aile büyüklerinin ilk üç ay pek kimselere söylenmez hurafelerine uymayaraktan, 23 Nisan'a kadar eş, dost, akraba, arkadaş, konu- komşu hatta sağır sultana bile müjdeleyecek kadar heyecanlıydık :)
O gün kah ağlayarak, kah gülerek geçti.
Ertesi gün ise Fikret "canının çektiği bir şey varsa" söyle demeye başlamıştı bile. sanırım bu hamilelik eğlenceli bir şey baksanıza daha ilk günlerinde bile kendimi prenses gibi hissetmeye başladım :)